17 Ağustos, UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ!
17 Ağustos 1999 depreminin yıldönümünde bir kez daha soruyoruz:
“Ölümün ve unutuşun kolay ülkesi” olmaya devam edecek miyiz?
Marmara depreminin yol açtığı toplumsal travma, ne yazık ki Van depremiyle birlikte, ülkemiz gündeminin önemli bir parçası olarak her an varlığını koruduğu ve bir gün ortaya çıkacak şekilde kendisini unutturmaya çalıştığını göstermiştir.
Bugüne kadar yaşamış olduğumuz depremlerde yıkılan ve önemli ölçüde can ve mal kayıpları ortaya çıkaran yapı stokumuzun temel sorunu, kaçak ve mühendislik hizmeti almadan üretilmiş olmalarıdır. Tüm bu yıkımlara rağmen bugüne kadar sağlıklı bir yapı denetim sisteminin kurulamamış olması da, yapı stokunun güvensiz ve sağlıksız olarak üretilmesinin ana kaynağını oluşturmuştur.
2011 yılında yaşamış olduğumuz Van depremi, 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminden yeterli ölçüde ders alınmadığını da göstermiştir. Van depreminin ortaya çıkarmış olduğu olumsuz sonuçlardan da ders alınmadığı, korkarız ki yeni bir depremin yıkıcı etkileriyle insanlarımızı karşı karşıya bırakacak.
1900`lü yılların başından bugüne kadar yaşadığımız depremlerde yüz binden fazla insanımız hayatını kaybetti, yüz binlerce insanımız yaralandı, yediyüz bin mertebesinde yapı stokumuz önemli ölçüde ağır hasar gördü ve yerle bir oldu.
Yine ülkemizin, yasadığımız Bandırma/çevresi ve İstanbul`un ciddi bir deprem tehlikesi altında olduğu bilinmesine rağmen, her geçen gün çoğalan yüksek yapıların/gökdelenlerin projelendirilmesiyle ilgili bir yönetmeliğin bulunmaması (Yüksek Yapılar Yönetmeliği), bu tür yapıların projelerinin nasıl yapıldığını ve kimler tarafından denetlendiğini de kuşkulu hale getirmiştir. Ayrıca bu tür yapıların yapılmış olduğu yerler dikkate alındığında, ciddi bir yangın güvenliği sorunu olduğu da açıklıkla söylenebilir.
Kentsel dönüşüm konusu sadece ‘YIKMAK ve YAPMAK` konusu değildir. Kentsel dönüşüm konusu; kentlerimizde var olupta bugüne kadar tüketilen boş alanların yerine, yeni boş alan yaratma çalışmaları olarak gündeme gelmektedir. Suların durduğu noktadır deprem. Bu yasayı eleştirebilmeliyiz. Risk kavramı risk taşıyan yerlerde değil, riski en az olan yerlerde deprem korkusu yaratılarak pazarlama yapılıyor. Deprem ve güvenli yapı toplumsal bir travmaya dönüştürülüyor, yapılaşma planlamadan önce geliyor.
Kentsel dönüşüm konusu sadece mekan düzeyinde ele alınamaz. Dönüşüm sosyal, ekonomik ve mekansal gelişmenin bir bütünü olarak ele alınmalıdır. Aynı zamanda dönüşüm; geleceğe yönelik toplumsal bir öngörünün oluşturulması ve yönetilmesi sürecidir. Ortak bir akılla herkes kentini daha iyi, yaşanabilir, daha nitelikli bir yer haline getirme çabası içinde olmalıdır. Üstelik kentimizde ve ülkemizde yapılan mekansal düzenlemeler bile; ortak akıldan ve estetikten, yaşanabilirlikten, sürdürülebilirlikten uzak olmuştur.
Normal yağmurda bile suyu taşımayan kanallar, taşan dereler, saatlerce kilitlenen trafik nedeniyle yağmur veya kar suçlu ilan ediliyor. Kentsel dönüşüm adı altında yeşil alanlar, orman alanları, su havzaları yapılaşmaya açılıyor, kentin hayat damarları yok ediliyor.
Ne yazık ki RANT EKSENLİ BİR YAPI, kentsel dönüşüm kavramı ile eşdeğer bir hale gelmiştir. Yargı yolu açık yürütme durdurulamıyor, bina boşaltılamıyorsa su, elektrik, doğal gaz kesiliyor. Tapusu olmayana enkaz bedeli ödenerek git deniyor. Acele kamulaştırma yapılıyor. Afet ve deprem meşruiyeti açısından her şeyden vazgeçiliyor. Özünde planlama lağvediliyor, merkezileşme ön plana geçiyor, bina ölçeğinden hareket ediliyor. Gayrimenkul sektörü menkulleşiyor. Sadece sosyal değil fiziksel eşikler de aşılıyor.
2007 Deprem Yönetmeliği’ nin 7. bölümü güçlendirme konusuna ayrılmışken, güçlendirme konusu güvenli bir yapı oluşturmanın önemli ve vazgeçilmez yollarından biri iken, 6306 Sayılı Kentsel Dönüşüm Yasasının güçlendirme konusunu dışlaması, kaynaklarımızın rasyonel kullanılmasının önünde ciddi bir engel olarak durmaktadır. Yapıların deprem yönetmeliği kapsamında güçlendirileceği ilkesi görmezlikten gelinerek ‘YIK – YAP anlayışından hareket edilmektedir.
Ülkemizde bulunan önemli sayıdaki kamu binalarının; yurtların, okulların, kreşlerin, hastanelerin büyük bir kısmının deprem güvenliklerinin bugün bile olmadığı rahatlıkla söylenebilir.
1999 depreminde kentimizde bulunan yapı stokunun deprem karşısındaki risk durumu, bugün de varlığını aynen korumaktadır.
Türkiye adım adım “büyük trajediye” yaklaşırken, ülkemizi yönetenler ne yazık ki, büyük rant açığa çıkaracak projeler peşinde koşmaktadırlar.
17 AĞUSTOS 1999 DEPREMİ` NİN 16. YILINDA NELER YAPILDI, NELER YAPILIYOR?
17 Ağustos 1999 Marmara depreminin üzerinden 16 yıl geçti. 16 yıl önce başta Gölcük olmak üzere neredeyse tüm Marmara bölgesi depremin yıkıcı etkisini yaşadı; binlerce insan hayatını kaybetti, binlercesi yaralandı, ülke ekonomisi ağır darbe aldı. Açıkçası 1999 depremleri toplumsal psikolojimizi derinden etkiledi. Deprem karşısındaki çaresizlik, “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” temennisiyle bir parça hafifletilmek istendi; ancak 2011 Van depremleri, her şeyin eskisi gibi yaşanmaya devam edeceğini gösterdi. Bu nedenle Türkiye, Van depremlerinin moral bozucu etkisini derinden hissetti, gelecek ve güvenli yaşam kaygısı daha da görünür hale geçti.
Öncesinde de yıkıcı pek çok deprem yaşanmasına rağmen, 1999 depremleri ülke için bir milat olarak kabul edildi. Nitelikli ve güvenli yapı üretimi, yapı denetimi ve ilgili mevzuat tartışma gündeminin ilk sırasında kendisine yer açtı. Yapı üretim süreci bileşenlerinin görev sorumlulukları, deprem esnasında ve sonrasında nelerin yapılması gerektiğine dair pek çok bilinmez, sorun olarak varlığını hissetti.
Deprem gerçeği ve deprem önlemleri bağlamında toplumsal yaşam sorgulandı, yapı güvenliğinin sağlanmasından afet sonrası örgütlenmeye, deprem bilincinin oluşturulmasından mevzuata kadar geniş yelpazeye yayılmış konularda hissedilir kırılmalara neden oldu. Mevcut durumun iç açıcı olmadığı mutabakat noktası olarak kabul gördü. Depremler asli sorunun sağlıksız ve kaçak yapılaşma, mühendislik hizmeti almadan yapı üretilmesi, yapı üretim sürecinin denetlenmemesi olduğunu açığa çıkardı, dolayısıyla da tartışma yapı denetim kavramı üzerine yoğunlaştı.
Depremler kader midir?
Türkiye bir deprem ülkesidir. Topraklarının ve nüfusunun büyük bir bölümü deprem tehlikesi altındadır. Anadolu coğrafyasında 1900`lü yılların başından günümüze otuza yakın büyük ölçekli deprem meydana gelmiş ve resmi kayıtlara göre 100 bin civarında insan hayatını kaybetmiştir.
Türkiye, dünyanın önemli deprem kuşakları üzerindedir. Ülke topraklarının yüzde 66`sı 1. ve 2. derecede deprem bölgesinde yer almakta, nüfusu bir milyonun üzerindeki 11 büyük kent, ülke nüfusunun ise yüzde 70`i ve büyük sanayi tesislerinin yüzde 75`i deprem tehlikesi altında bulunmaktadır. Türkiye gerçeği budur; bütün bir toplumsal yaşamın deprem tehlikesine göre düzenlenmesi ertelenemez bir sorumluluk olarak karşımızda dururken, 17 Ağustos depreminin her yıldönümünde soruna ve alınması gereken önlemlere dikkat çekmek durumunda kalmak bile başlı başına tuhaflığa işaret etmektedir. Bu tuhaflığın sorumluluğu, elbette ne vatandaşlardır ne de meslek odalarıdır. Sorumlular bellidir; deprem yıldönümleri sorumlulara sorumluluklarını bir kez daha hatırlatmaya neden olmaktadır.
Bir doğa olayı olan depremin önüne geçebilmek elbette mümkün değildir. Asıl hedef, doğa olaylarının doğal afete dönüşmesinin önüne geçmek, yer hareketlerine ve zemine uygun yapı üretebilmek, depremi bir risk faktörü olmaktan çıkartmaktır.
Bulunduğumuz yaşadığımız bölgede ki binaların depreme dayanıklı binalar ile yer değiştirmesi günümüz şartlarında 75 ila 100 yıl süreceğini öngörürsek her an deprem olacakmış gibi hazırlıklarımızı yapmalı, kurtarma araç ve gereç eksikliklerimizi tamamlamalı, mahalle arama kurtarma timlerini bir an evvel kurarak eğitimlerini vermeliyiz. Bir yerden başlamalı ama mutlaka başlamalıyız. Çok geç olmadan…..
911 Arama Kurtarma Derneği